“SEN MUTLULUĞUN RESMİNİ YAPABİLİR MİSİN ?”
Dr.Aytekin Altıntaş
Dr.Cüneyt Evrüke bitkin bir şekilde ameliyathanede ki doktor dinlenme odasına girdi ve kapıya en yakın koltuğa çöker gibi oturdu. Öldüm Aytekin abi dedi, öldüm-dirildim. .Yüzü bembeyazdı, kanı çekilmiş gibiydi. Cerrahi giysileri kan içerisindeydi. Ömrümün 5 yılı gitti sanki. Biraz sakinleştikten sonra olanları anlattı. İlk gebeliği olan hastaya sezaryen yapmış, çocuğun eşi rahme olağandan daha derin yapışmış. Çıkartılmaya çalışınca kanamaya başlamış. “Birdenbire musluktan boşalır gibi kan fışkırmaya başladı, Dikiş attıkca kanadı, tampon yaptım durmadı. Acil olarak kan hazırlattım . Rahmi alsam kurtulacak ama tek çocuk, bıraksam kanamadan hastayı kaybetme riskim var. İki arada bir derede kaldım. Neredeyse 1 saat uğraştım, damarları tek tek tuttum bağladım. 3 ünite kan verdim. Kanama biraz kontrol altına alındı ama abi ben öldüm. Şu anda ameliyat bitti ama hala yüreğim ağzımda, kanar diye korkuyorum. Kanarsa artık rahmi almamdan başka çare yok, başında bekliyoruz.”
Gerçektende doğumun önceden öngörülemeyen risklerinden biri olan çocuğun eşinin rahmin duvarlarına derinliğine girmesi kadın hastalıkları ve doğum doktorlarının en çok korktuğu olaylardan biridir. Eş çıkartılmaya çalışırsa çok kanar ve kanamayı durdurmak çok zordur. En güvenilir tedavi rahmin alınmasıdır. Ama ya hastanın ilk çocuğuysa…. Rahmi alınırsa bir daha anne olamayacaktır. Rahmi kurtarmaya çalışmak kanamadan hastayı kaybetme riskini göze almak anlamına gelir. İşte o sabah çok deneyimli bir doktor olan Dr. Cüneyt’in karşısına böyle bir olgu çıkmıştı ve Dr. Cüneyt saniyeler içerisinde doğru bir karar vermiş ve yerinde girişimlerle hastayı ve rahmini kurtarmıştı. Hasta 2 gün sonra bebeğiyle birlikte çok mutlu bir şekilde evine gitmişti bile. Operasyon sırasında yaşananların hiç farkına varmadan, Dr.Cüneyt’in çektiği sıkıntıyı anlayamadan. Dr. Cüneyt’in operasyon sırasında yaşadıklarını, yüreğinde kopan fırtınayı kimse bilmeyecek , dinlenme odasına girerken ki görüntüsünü kimse hatırlamayacaktı. Ömründen giden 5 yılı kim yerine koyacaktı. Görevini yapmıştı, o kadar.
Yaşayan bilir, zordur doğum doktoru olmak. 2 canla uğraşırsınız ve çoğu zaman saniyeler içerisinde doğru seçimi yapmak zorundasınızdır. Bunun çoğu zaman somut ölçüsü de olmaz. Deneyimleriniz ve sağduyunuzdan başka hiçbir silahınız yoktur. Doğru seçimi yapar ve hastanızı ve bebeği sağ salim kurtarırsanız sorun yoktur. Ama hiç kimse doktorun yaşadıklarını bilmez. Herhangi bir iş gibi görülür yaptığı. Aslında olayın perde arkası çok değişiktir. Hekimler hastalarıyla güler, hastalarıyla sevinir, hastalarıyla üzülürler. Yaşam kurtarmak üstüne şekillenmiş kişilikleri ellerinin altından bir canın kayıp gidebileceği düşüncesini bile kabullenmez. Yaşatmak üzerine kurulmuştur tüm yaşam felsefesi.
Siz hiç her şeyin normal gittiği bir doğumda, bebeğin başı doğduktan sonra omuzların çıkımında zorlukla karşılaşıldığında veya makatla gelen bir doğumda makat doğduktan sonra başın doğumunda bir sorun ortaya çıktığında doğumu yaptıran doktorun ruhunda kopan fırtınaların ne olduğunu düşündünüz mü? Yavaş hareket eder ve kısa zamanda doğumu sonlandırmazsa bebek ölecektir. Gereksiz yere hızla hareket eder ve ters bir şey yaparsa bebeğe ve anneye zarar verme olasılığı vardır. Her şeyi tam ve doğru yapsa bile değişik nedenlerden başın veya omzun doğmama olasılığı vardır. Bundan sonra sezaryen yapma şansıda hemen hemen ortadan kalkmıştır. Bu durum hasta ve yakınları için çok zordur. Peki doğum doktoru için? Doğum doktorunun o sırada yaşadıklarını kim hayal edebilir? Ömrümden 5 yıl gitti diyen Dr.Cüneyt’in sözlerindeki gerçeğini kim algılayabilir?
Madalyonun öbür yüzü çok farklıdır. Her şey yolunda gittiği zaman çok güzel ve mutluluk verici bir iş olan doğum doktorluğu olağan dışı durumlarda birdenbire cehennem azabı veren bir iş şekline dönüşebilir. Mesleki ve vicdani sorumlulukları altında ezilen doktorun tepesinde demoklesin kılıcı gibi sallanan yasal yükümlülükler vardır ve bu yasaları yapanlar Dr. Cüneyt’in o gün, yüzlerce doktorun hergün yaşadığı duygulardan habersiz kişilerdir.Doktorla hastasının arasına girip hastaların güvenliğini sağladıklarını sananlar, bu ilişkiyi mekanikleştirip hastalara zarar verdiklerinin farkında bile olmazlar.
25 yıllık doktor,20 yıllık bir kadın hastalıkları ve doğum uzmanı olarak mesleğinizle ilgili ne düşünüyorsunuz diye sorsalar hiç düşünmeden hep aynı yanıtı veririm,gururluyum, onurluyum, mutluyum, çünkü doktorum.
Bu düşüncemin şu andaki pozisyonumla ilgili olduğu sanılmasın. Özellikle genç doktorlar belki de dudak bükecekler bu düşünceme, elbette diyecekler hocanın işi iş, tuzu kuru, ekonomik sorunlarını çözmüş, bir taraftan muayenehanesinde yeri sağlam, diğer taraftan anabilim dalında yeri tamam, gururlu da olur mutlu da…..Ama öyle değil. 1974 yılında, daha tıp fakültesine yeni başladığımda tıp öğrencisi olduğum için çok gururluydum, çok mutluydum, 1981 de mezun olurken yine aynı duygularla doluydum. Mutluydum, gururluydum, mesleğimle övünüyordum ve çok seviyordum. İş yaşamımım hiçbir döneminde bu duygum değişmedi. Aslında ben doktorluğu hiçbir zaman bir iş olarak kabul etmedim. Yapmaktan çok hoşlandığım bir şey olarak gördüm, zevk alarak yaptım ve yapacağım.
Aslında gerçek acı. Çok zor koşullar altında çalışıyoruz. Ben mezun olduğum günden bugüne nasıl geldiğimizi kendi düşünce ve duygularımla paylaşmak istiyorum.
Tıp fakültesini bitirdiğim gün çok mutluydum. Artık toplum içinde saygın bir yerim olacaktı. Uzman olmak istiyordum elbet ve şu andaki kadar olmasa da belirli dallarda uzmanlık sınavını kazanmak o zamanlar da oldukça zordu. Yalnızca bilgide yetmiyordu o zamanlar bu sınavları kazanmak için. Daha bir sürü etken söz konusuydu. Ama ne gam, hekim olmuştum ya. Çok fazla maaş vermeseler bile iş garantimde vardı . Uzman olmasam da önemli değildi. Çünkü bir pratisyen hekim olarak çalışsam bile halkım bana değer verecek, geçinecek kadar para kazanabilecektim. Bunların ötesinde sağlık sistemi içinde bir yerim olacak, ne yaptığımı bilecek ve ülkemin sağlık düzeyine olumlu katkıda bulunabildiğimi hissedebilecektim. Başka ne isteyebilirdi ki insan.
Hekimliğin bir sanat olduğu son günlermiş o zamanlar. Sonra hekimlik yavaş yavaş sanatlıktan çıkıp para kazanılacak bir meslek olmaya başladı. Belki de çağdaşlaşmanın kaçınılmaz sonucuydu bu. Ama 12 eylül 1980 i takip eden yıllarda ülkemizde halkımızın moral değerlerinde öyle bir akıl almaz yozlaşma başladı ki… “Ben” ” bizin” önüne geçti, köşeyi dönen kaptan sayıldı, çok çalışmak, dürüst olmak, devleti düşünmek, halkı için çalışmak enayilik oldu. Dönemin liderlerinden birinin “Benim memurum işini bilir” , “Anayasayı bir kere ihlal etsek ne olur” sözlerinde kendini gösteren anlayış toplumun tüm kesimlerine egemen oldu. Ne yazık ki iyi diye nitelendirebilecek tüm değerlerin yerleşmesi çok uzun yıllar almasına rağmen kötülük bulaşıcı bir hastalık gibi hızla yayıldı. Toplumun tüm kesimlerinde başlayan yozlaşma ne yazık ki sanatımızı etkilemekte gecikmedi. Şairin dediği gibi
“Bütün renkler aynı anda kirleniyordu.
Birinciliği BEYAZA verdiler.”
Toplumdaki bu genel yozlaşmaya bir de hekimlerin kendi sorunlarına yabancı kalması eklendi. Pratisyen hekimler pratisyen kişiliğinin kaybolması üzerine pratisyenliği tıpta uzmanlık sınavını kazanana kadar idare edilecek bir iş olarak kabul edip sorunlarını dile getirmediler, çözmeye çabalamadılar. Asistanlık zaten uzman olana kadar katlanılması gereken bir kurum diye asistanlar kendi sorunlarıyla uğraşmadılar. Muayenelerinde veya özel hastanelerinde iyi para kazanan bazı meslektaşlarımız ise “batan geminin lüks kamarasında bulunmanın o kişinin hayatını kurtaramayacağını” unutup meslek sorunlarına yabancılaştılar. Tıp fakültelerinde çalışan öğretim üyesi meslektaşlarımız ise üniversitelerin kendi sorunları ile boğuşmaktan mesleki sorunlara gereken zamanı ayıramadılar.
1981 yılında sanki sağlık sistemindeki çarpıklığın tek sorumlusu hekimlermiş ve güzel ülkemizin her tarafına hekim dağıtmakla halkımızın sağlık sorunları çözülebilecekmiş gibi bir de zorunlu hizmet yasası çıkartıldı. Sonra kaldırıldı. Sonra yeniden kondu. Sonra hukuka aykırı olduğu için yürütme durduruldu.
Yeni yeni gecekondu tıp fakülteleri açarak, 100 kişi yetiştirebilecek tıp fakültelerine 300 öğrenci aldırarak yıllık hekim diplomalı kişi üretimi beşbinlerin üzerine çıkartıldı. Bu hekimlerin önemli bir kısmının yetersiz eğitimle mezun olması, hastalardan kaçmalarına ve kutsal mesleğimize yabancılaşmalarına neden oldu. Bunun farkına varan sade vatandaşlarımızda pratisyen hekime olan güvenini yitirdi, saygısını yitirdi. “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz” diyen yüce Atatürk’ün makamına sonradan oturan bir takım büyüklerin(?) en ufak rahatsızlıklarında bile devlet kesesinden Amerika’ya gitmeleri Türk hekimlerine olan güvenin sarsılmasında önemli bir rol oynadı. Çok seslilik adına, rating kazanma savaşı uğruna medyanın bazı sözde gazetecileri, doktor hataları olduğunu savladıkları yalan yanlış haberlerle meslek onurumuzun, ” Allah ile kul arasında bir yeri olduğu öne sürülen sanatımızın” ayaklar altına alınmasına yardımcı oldular. Acillerin önünde doktorlar dövülmeye, hastane otoparkında doktorlar öldürülmeye başladı.
1980 lerin sonrasında ülkenin her türlü derdine çare gibi ortaya sürülen özelleştirme furyasından sağlık hizmetleri de nasibini almakta gecikmedi. Devlet temel görevlerinden olan sağlık ve eğitim gibi konuları da özel sektöre yükleyip bu işin içinden sıyrılma gayretine girdi. Ama ne hikmetse kendine okul yapacak para bulamadı, özel eğitim kurumlarına teşvik verdi, kendi hastane yapamadı, özel sağlık kuruluşlarına kredi verdi…, kendi üniversitelerinden esirgediği yardımı özel üniversitelere yapmaya başladı. Ah birde devlet hastanelerini de satıp kurtulabilseydi….
Devlet hastaneleri satılamadı ama SSK hastaneleri devlet hastanelerine dönüştürüldü, etkisizleştirildi. Özel hastanelere, özel sağlık kurumlarına devlet memurlarına SSK üyelerine bakma hakkı verildi, kontrolsüz bir şekilde sağlık harcamaları arttı, devlet kaynaklarını özel sektöre aktarırken kendi hastanelerinin hak edişlerini vermedi. Kendi hastanelerinde hizmeti kötüleştirmeye çalışarak hastaların özel sağlık kuruluşlarına gitmelerini hızlandırdı. Sağlık sistemi altüst edildi.
Bu arada bir de yeni Türk ceza yasası çıkartıldı. Doktorların mesleki hataları trafik kazalarıyla bir tutuldu. İyi niyetle mesleğini yapmaya çalışan bir doktorun çalıştığı kurumun olanaksızlıkları nedeniyle bile olsa hastasına en iyi tedaviyi yapmadığı zaman ağır hapis cezalarıyla cezalandırılması olasılığı doğdu. Hakimlerin insafına bırakıldı. Bu olumsuz şartlardan da en fazla kadın hastalıkları ve doğum uzmanları etkilendi. Sanatlarını uygularken devamlı risk altında olduklarını hissetmeye başladılar. Normal doğumdan korktular sezaryene sarıldılar, gereksiz ultrasound istemleri, tetkikler yapmaya başladılar. Sağlık maliyetini artırdılar. Hasta yararına diye yapılan tüm değişiklikler toplumun zararına olmaya başladı. Bunu görmediler, görmek istemiyorlar, görmeyecekler…..
Bu da yetmedi, bir de yabancı doktorlara Türkiye’de çalışma izni tartışması başlatıldı. İstanbul’da açılacak çok lüks bir hastanede yabancı doktorları çalıştırmakla veya uygun olmayan şartlar nedeniyle Türk doktorların çalışmak istemediği bölgelerde yabancı doktor çalıştırmakla ülkemizin sağlık sorunlarını çözebileceğini sanıyorlar. Yanılıyorlar..
Tüm olumsuz koşullara rağmen doktor olmanın bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum. Çok onurlu bir mesleğimiz var. En sıkıntılı, en zor anlarda, uykusuz geçen bir 36 saatten sonra doğuma çağrıldığımda, çocuğumun doğum gününü bırakıp acil bir hastaya yardıma koştuğumda bile doktor olduğumdan dolayı asla pişman olmadım. Yenidoğan bir çocuğu ellerinde tutmanın, kokusunu hissetmenin, onlara “hoş geldin bebek,yaşama sırası sende” diye seslenmenin verdiği mutluluğu hiçbir şeyde bulmadım. Şairin sorduğu gibi “sen mutluluğun resmini yapabilir misin deseler, zor bir doğumdan başarıyla çıkan bir kadın doğumcunun yüzünü yapmayı düşünürdüm.
Ben o gün Cüneyt’in yüzünde daha önce pek çok örneğini gördüğüm ve yaşadığım korkuyu ve mutluluğu gördüm. Yöneticiler ve hukukçular hastamızla aramıza girmeseler bu mutluluğu çok daha fazla yaşayacağımıza inanıyorum.
“Dünyayı güzellik kurtaracak
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey”
DOĞUMHANE KAPISINDA BEKLEMEK
Siz hiç doğumhane kapısında beklediniz mi? Ama sade bir vatandaş olarak. Çok sevdiğiniz, çok değer verdiğiniz, sizin için her şeyden daha kıymetli olan bir varlık sizin için dünyaya yeni bir canlı getirmeye (belki de canı pahasına!!)çalışırken, hiçbir şey yapmadan, yapamadan beklemek ne demek bilir misiniz? Hele “kadın doğurdu” yerine “kadın kurtuldu” denilen, “lohusanın üzerinde 40 gün azrail dolaşır”, “lohusanın mezarı 40 gün açık kalır” özdeyişlerinin bulunduğu bir kültüre sahipseniz. Her an ölüm korkusuyla kapıda beklerken ve hatta arada bir fırsat bulup kapıdan başınızı uzattığınızda, veya kapı başka bir nedenle açıldığında karınızın çığlığını duyarak, iyi bir haber umuduyla içerden çıkan her kişinin gözünün içine bakarak ve orada elleri kolları bağlı, hiçbir şey yapamadan çaresiz ve kimsesiz beklemek ne demek bilir misiniz? Korkunun yanında, içinizde uzun bir yolun sonuna geldiğini düşünmenin sevinci, acaba bebek normal mi, sağlıklı mı endişesi, kız mı erkek mi olacak merakı (daha önce USG ile cinsiyeti saptanmasına rağmen) ve de sorumlu bir erkek olarak varsa yanınızda bekleyen sizden çok daha çaresiz ve telaşlı olan kayınvalide,anne ve baldız gibi yakınlarınızı sakinleştirme çabası…
Tam bir duygu karmaşası içinde beklersiniz öyle kapıda.
Sevgili doktorlarım, sizleri de anlıyorum tabii. Sizde çok rahat değilsiniz. Sağlık sistemi içerisindeki tüm olumsuzlukların sergilendiği bir vitrinde duran canlı bir manken gibi hissediyorsunuz kendinizi, Olmayan hemşireden, bulunmayan ilaçtan, çalışmayan aletten, ortalığı temiz tutamayan hizmetliye kadar her şeyin sorumlusu olarak görülmeniz sizi yıldırmış. Sorumlusu olmadığınız olanaksızların içerisinde iki canla uğraşmanın sıkıntısını taşıyorsunuz yüreğinizde. Bana gülümseyerek bakıp, bazen sırtımı sıvazlayıp, her şey yolunda, korkacak bir şey yok diyordunuz ama, her şey yapmacık geliyordu bana, gülümsemeniz bile sanki bir maske. Biliyorum, bir de babayla mı uğraşacağım diye geçiriyordunuz içinizden. Doğum sırasında çocuğun başına bir şey gelse yüreğinizin kanayacağını bilmenin yanında, doğacak hukuki sorumlulukları düşünüp keşke sezaryen yapıp kurtulsaydım, bana mı kaldı kahramanlık diye kendinize kızıyor ve belki de acıyordunuz. Ama inanın bana, kapıda beklerken, en az siz ve içerde etkin olarak eylem içinde yer alan karım kadar şefkate gereksinimim vardı .
Sağlıklı ve kendinden emin bir şekilde, gözlerini gözlerimden kaçırmadan, beni anlayarak, benim duygularımı ve endişelerimi paylaşarak, içerde olup bitenlerden bilgi veren bir doğum hekimi istiyordum karşımda. Ama bunun yerine, hadi sen git biraz dolaş, biz gerekeni yapıyoruz, nasıl olsa senin yapacak bir şeyin yok, her şeyi biz yapacağız diyen ve nedense beni olayın dışında tutmak isteyen bir doğum hekimi vardı. Halbuki ben bu olayın içindeydim ve doğuracak olan benim karım, doğacak olan da benim çocuğumdu. Doğumhane kapısında beklemek yerine içerde olmak isterdim. Karımın elinden tutayım, onu seveyim, destek vereyim, acısını paylaşayım isterdim. Sizin ne kadar özveriyle çalıştığınıza tanık olmak ve sorumluluğa ortak olmak isterdim. İçerde olsaydım çok daha huzurlu olacağımdan eminim. Şimdi kararlıyız, eğer karım bir daha gebe kalırsa asla kapının önünde beklemeyeceğim. Karımla birlikte DOĞUM YAPACAĞIMIZ bir hastanede, bizi bir bütün olarak kabul eden bir hekimle ikinci çocuğumuza kavuşmak istiyoruz.
Aytekin Altıntaş
ZOR İMİŞ KADIN DOĞUMCU KARISI OLMAK !
Bir kadın hastalıkları ve doğum uzmanıyla evleneceğiniz haberi yayıldığında nedense herkes çok memnun olur. Akrabalarınız sizi tebrik eder. “İyi para var bu branşta” veya “Aman ne iyi, yabancıya muayene olmazsın” veya “kadın ruhundan iyi anlar” gibi kehanetlerde bulunurlar. Çok yakınlarınızdan bazıları “daima bakımlı ve güzel olmalısın, hep güzel kadınlar görecek” veya “çapkın olmayan kadın doğumcu görmedim” şeklinde can sıkabilirler.
Nedense çok çabuk evlenilir. İlk beş yılı anlamazsınız. Karnınızda bir bebek vardır. Eşinize güzel yemekler yapar, asla birlikte yiyemezsiniz. Doğumlar hep gece olur, zavallılar deliksiz uyuyamazlar. Birlikte çarşı pazar gezemezsiniz. Özel davetlere yalnız gider yalnız dönersiniz. Onun için üzülür, onu özlersiniz.
Beşinci yıldan sonra her fırsatta uyuması sizi gücendirmeye başlar. Kuşkular uyanır. Habersiz muayenehanelerine gittiğinizde bozulduklarını hissedersiniz. Çocuklar “baba” demek yerine “amca” demeyi tercih ederler. Hastalarının doğurmaya ara verebildiği beş günlük yaz tatilinizde sürekli uyurlar.
Sekizinci yıldan sonra çocuklarınızın sorunları, yeni evlerinizin dekorasyonları, kalabalık davet menülerinizle oyalanmaya alışırsınız. Eşinizin mesleği size kuma gelmiştir, ona da alışırsınız. Yılbaşında, anneler gününde, çocuklarınızın mezuniyet törenlerinde, yaş gününüzde, evlenme yıldönümünüzde yalnız kalmaya da alışırsınız.
Ama jinekolojik bir sorununuz olduğunda muayene etmeden hatta dinlemeden elinize ilaç tutuşturmasına alışamazsınız. Para teklif edebilirsiniz, sekreterinden randevu isteyebilirsiniz nafile başaramazsınız. Eşinize muayene olabilmenin tek yolu “Saat 14.00’te falanca arkadaşına muayeneye gidiyorum” demektir. Hemen ciddiye alırlar.
Alışamadığınız bir şeyde kısmi unutkanlıklarıdır. Size, çocuklarınıza veya evinize ait her şeyi, her zaman unutabilirler ancak hastalarının son adet tarihini bile hatırlarlar.
Gelecek yıllarda daha neler göreceğim bilmiyorum. Yalnızca bir şeyden eminim ZOR İŞ İMİŞ KADIN DOĞUMCU KARISI OLMAK.
Derya Ufuk Altıntaş
ANNEME KADIN DOĞUMCUYLA EVLİ OLDUĞUMU SÖYLEMEYİN, O KARIMI EV HANIMI SANIYOR.
Dr.Erbuğ KESKİN
Karınız ne iş yapıyor? Mimar ya da ev hanımı mı? Günün birinde, birisi gelip de, mimar ya da ev hanımı kocası olmak nasıl bir şey diye sorsa, ne düşünürsünüz? Herhalde ilk düşündüğünüz böyle bir şeyi daha önce düşünmemiş olduğunuzdur. Sonra kafanızda çeşitli senaryolar oluşturmaya çalışırsınız. Karınız farklı bir meslekten olsa, hayatınızda nelerin değişeceğini gözünüzün önüne getirirsiniz. Ama yanlış yoldasınızdır, çünkü meslekler kişiliğin belirleyici ve ayrılmaz unsurlarıdır. Karınızın mesleği farklı olsa, kişiliği de kaçınılmaz olarak bugünkünden farklı olacaktır, yani karınız aynı insan olmayacaktır. Ama doğal olarak siz aynı insana, farklı bir elbise giydirmeye uğraşmaktasınızdır. Oysa, bir mimarın dünyaya bakışı, bir gazeteciden, bir ev hanımının olayları değerlendirmesi, bir kadın polisten farklı olacaktır.
Benden kadın hastalıkları ve doğum uzmanı doktoru kocası olmakla ilgili bir yazı istediklerinde, önce bunları düşündüm. Buradan bir yere varamayacağımı anlayınca, karımın kadın doğumcu olmasının, hayatımızdaki belirleyici etkilerini bulmaya çalıştım. Doğrusu, bu konuda biraz da şanslıydım. Çünkü tıp öğrenciliğinden başlayarak, uzun ve yorucu asistanlık yıllarından, uzmanlığa uzanan yolda, karımın yanındaydım. O nedenle şu andaki yaşamımızda ve karımın davranışlarında, eğitim yıllarında edinilen bilgi, beceri ve deneyimlerin nasıl etkili olduğunu görebiliyordum.
Doğum, çoğunlukla acil bir olaydı ve çabuk düşünmek gerekiyordu, kararsızlığa yer yoktu. Eğitimi sırasında bu becerisini geliştirebilen, iyi bir kadın doğumcu, yaşamda da çabuk ve kolay karar vermekte zorlanmıyordu. Sürekli yeni yaşamların doğuşuna yardımcı oldukları için, tıbbin diğer dallarıyla uğraşanlara göre, hayata daha iyimser bakıyorlardı. Sık ve yorucu nöbetler zorluklar karşısında kolay pes etmeme gücü kazandırıyordu. Hastalarıyla çok özel ilişkiler kuruyorlar, hastaları onları aileden biri gibi görüyordu. Hatta bazıları, sonraki doğumların da ilk hekimleri tarafından yaptırılması için, onların peşinden 1000 km’ye gitmeyi göze alıyorlardı. Bu da kadın doğumcuların özgüvenini arttırıyordu. Özgüvenlerinin gelişmesinde, kazançlarının fena olmamasının da önemli etkisi vardı. Diğer dallardaki meslektaşları bu durumu biraz da kıskançlıkla karşılıyorlardı. Öyle ya, onlarda aynı eğitim süreçlerinden geçmişlerdi, aynı şekilde çalışıp, yoruluyorlardı, o halde fark nereden doğuyordu? Aradaki farkı, eski bir İnka atasözü çok iyi özetliyordu: “Elbette ki bütün doktorlar eşittir, ama kadın doğumcular diğerlerinden daha eşittir.”
Doğal olarak, zor yönleri de vardır kadın doğumcu kocası olmanın. Her şeyden önce diğer kocalar gibi hayatınızı tek kadına göre değil, onlarca kadına göre ayarlamak zorundasınızdır. Eğer sizin için uygun olan tatil zamanıyla, Ayşe ya da Fatma hanımın doğumları çakışıyorsa, diretmek anlamsızdır, onların eşinizi ikna etme şansı sizden daha fazladır. Kadın doğumcuyla evli erkekler için Murphy yasaları da en acımasız kurallarıyla geçerlidir. O gece eve ne kadar çok misafir çağırmışsanız, ya da gideceğiniz toplantı sizin için ne derece önemliyse, karınızın doğuma çağırılma riski de o derece yüksektir… Nedense hastalar, küçük kırmızı hapları nasıl alacaklarını, hep sizin çok yorgun olduğunuz geceler, saat ikiden sonra merak ederler. Eğer uyku sersemi, hapları nasıl alacaklarını siz tarif ederseniz, ertesi gün karınıza “kocanız biraz asabi galiba.” diye şikayet ederler. Aslında en zor olanı, en uygunsuz saatte arayan hastaların genel kültürlerini arttırmaya yönelik sorularıdır. “affedersiniz doktor hanım bana ilaç yazmıştı, acaba alsam bir zararı olur mu?” ya da “doktor hanım beni kontrole çağırmıştı, gelmem gerekir mi?” gibi… Bir de karınız evde yokken arayan UTW (Unidentified Talking Woman)’lar vardır. “Aloo kimsin” sorgulamasıyla başlayan konuşma, sizin “doktor hanımın begi” olmanızın anlaşılmasıyla, tahammülünüz ölçüsünde, hastalık yakınmalarının dile getirilmesiyle geliştikten sonra “doktor hanıma geçen sene doğurttuğunuz bebeğin annesi aradı diyin” açıklamasıyla sonlanır.
Mesleğe ait ortak yönlere rağmen, elbette her kadın doğumcu farklı bir kişiliğe sahiptir. Kadın doğumcu kocalarının da, çok farklı meslekte ve yapıda olmaları nedeniyle, standart, prototip bir kadın doğumcu ailesi tanımlanamaz. Yaşamdan hoşnutluk aileden, aileye değişir. Ben kendi hesabıma, şanslılar kategorisinden olduğumu düşünüyorum. Bilmiyorum erkeklerin yüzde kaçı evliliklerinin 25.yılında bile karısıyla yatağa girerken gece neler olacağının bilinmezliğinin heyecanını hisseder. Gece kimlerden telefon gelecektir, sabah kalktığında karısı yatağında uyuyor olacak mıdır kimse bilmez. Ama benim kesinlikle bildiğim bir şey var. Yeniden dünyaya gelseydim, aynısı olmak kaydıyla, hayatımı yine bir kadın doğumcuyla paylaşmak isterdim.
“NEREDEN NEREYE”
Yelda Ekinci
Evlenirken bir kadın hastalıkları ve doğum uzmanı eşi olacağımı, karşılaşacağım zorlukları bilmiyordum. Eşim uzmanlık eğitimine birkaç yıl sonra başladı. Ondan sonra da aile yaşantımız kalmadı. Ne yemek saatleri, ne ailece gezmeler. İlk zamanlardan kalma alışkanlıklar hep birlikte yemek yediğimiz zamanlar eski bayramlar gibi oldu, babamın nöbetçi olmadığı zamanlar gibi.
Bu şekilde akıp giderken günler, eşimin yardımcısı işten ayrıldı. Yeni birini buluncaya kadar ben eşime yardım etmeye başladım. Yaşamımın en güzel günlerini de doğumlarda eşime yardımcı olmaya başlayınca yaşadım. İlk doğuma girdiğimde heyecandan ölüyordum. Kendimde iki doğum yaptım ama, doğururken yaşananlar başka, doğum olayı bambaşka. Çektiğimiz acılardan, ölüm korkusundan pek bir şey anlayamıyorsunuz. Ama karşımızda santim santim olayın gerçekleşmesi, yeni bir insan yavrusunun dünyaya gelmesi harika bir olay. Doğanın en olağanüstü olayı diye düşündüm. Kocamın gözlerinde doğum yapan kadının o sırada asla göremeyeceği korkuyu, endişeyi, sevinci, mutluluğu ve kıvancı gördüm. Doğum bitmeden önce doğum yapan kadından daha çok acı çektiğini, sonrasında da en az onun kadar sevindiğine tanık oldum. Niye doktorlar insanla Allah arasında yer alır, niye ebelerin yeri cennettir dendiğini o zaman anladım.
Böyle güzellikleri yaşadıktan sonra eşimi, işine düşkünlüğünün nedenini, en mühimi haklılığını anladım, çocuklarıma da anlattım. Kocama olan sevgim yanında hayranlığım arttı. Çok önemli bir insandı benim kocam, cana can katan.
Daha sonra kocam muayenehanesini kapattı ve sanayiye yöneldi. Egzoz fabrikası kurdu. Şimdi o günleri özlüyorum, o güzellikleri. Artık kocam egzozcu. Doktor, egzozun kadın-doğumla ne ilgisi var dendiğinde, şimdi de araba egzozu! diyor. Hala anlamıştım değilim nedenini…..
KADIN DOĞUMCU KIZI OLMAK….
Duygu Altıntaş,
Bir doktor kızıysanız eğer 4-12 yas arası çocuklar arasında da belirli bir sosyal statünüz vardır. Hayatınızın ilk “büyük” sorumluluğunu üstünüze alırsınız: kızılay kolu! Daha 8 yaşındaydım. Sınıf arkadaşım düşmüş, kanayan dizini göstererek “Duygu, senin annen baban doktor birşeyler yap” demişti. Ben de çok bilirim ya, pansuman yapmıştım hemen oracıkta (sınıflarda kızılay kolunun sorumlu olduğu ilk yardım kutuları vardır.). O olaydan sonra zaten her düşen gelirdi. Biri eğer izinsiz o kutuyu açarsa gelir onu bana şikayet ederlerdi. Hatırladığım ilk olay budur. Başka bir tane de annem Meksika, babam da Portekizde toplantıdayken başıma geldi. Annemin kuzeni aradı izmirden. Annemle babamı sordu yok olduklarını söyleyip nedenini sordum. “Oğlum hasta, ateşi var ne yapmalıyım diye soracaktım” dedi. Ben de 8 yaşında bir doktor olarak şöyle şöyle bir antibiyotik var ondan ver bir de serin tut ateşi düşsün demiştim. O zaman bilmiyordum ama doğruymuş meğer.
Tabi birde hatırlayamadığım kısımları var. Anlatılanlardan dinlerim. Üniversite hastahanesinin koridorlarında yürürken tanımadığım hemşireler “Aaaaa! Sen duygu değil misin? Hatırlamazsın beni tabi, sen daha bebekken baban ameliyata girmeden önce seni bize bırakırdı, annen de nöbette olurdu. Bir defasında bizde kalmıştın, …”. Hepsi bu kadar da değil, anneniz babanız anlatır. Siz o kadar kötü bir dönemde doğmuşsunuz ki her ikisi de gün aşırı nöbet tutarmış o ara. İçinizden vah zavallı kız diye düşünüyorsanız hata yapıyorsunuz. Ben yine de normal ilgi, zeka ve boy standartlarının üzerinde bir çocuk olarak büyüdüm.
Hatırladığım kısımlara geri dönersek, karşılaştığınız hiç değişmeyen tek bir soru vardır: sen de doktor olmak istiyor musun? Ve değişmeyen cevap gelir. Hayır. Doktor kızı olmanın nadir kötü taraflarından biri de budur sanırım (özellikle anne ve babanız akademisyense). Doktor olmak için alınması gereken eğitim çok ağır,uzun ve zor. Geleceği var mı yok mu emin olamıyorsunuz. Durmadan yeni bir yasa çıkıyor, değiştirilen bir ders oluyor. Staj sınavları, uzmanlık sınavları, yatay geçişleriydi, zorunlu hizmetti.. Hepsini siz birinci kişiden görüyorsunuz. Siz hemen her gece, bazen çocuklarını uyuttuktan sonra ders çalışan 45-50 yaşlarında insanlarla beraber oldunuz mu? Şimdi, doktor olmak ister miyim? Evet. Olur muyum? Hayır.
Senin annen baban doktor sen bilirsin vakalarından sonra liseye geçtiğimde olaylar biraz farklı bir boyut kazandı. E tabi bu süre içerisinde ailemde ilerledi. Bu zaman aralığında annem ve babam önce docentlik sınavını kazandılar, sonra da profesör oldular. Babam muayenehane actıktan 5-6 yıl sonra annem de açtı. Her şey aşama aşama oluyor zaten. Önce saat dörtte gelirken eve , altıda gelmeye başlıyorlar. Sonra sekiz. Sekiz de anne sabitleniyor (hem anne, hem de branşı buna uygun). Sonra araya jinekolog kızı olma işi giriyor.
Uykusu hafif bir insanım. Babam kedi gibi yürüdüğünü sanır ama evdeki herkes uyanır aslında. Saat dörtte kalkıp doğuma gider, altı da gelir bir saat uyur, kalkıp hazırlandıktan sonra tekrar işe gider. Daha farklı durum ise sekiz civarında doğum yapması beklenen hastanın ikiye kadar doğuramaması sonucu oluşur. İki durumda da pek fark yok aslında. Ya eve gelip yorgunluktan uyuyan bir baba, ya da eve gelemeyen baba profili oluşur. Bu beni çok etkiledi mi? Hayır, yatılı okuyorum evde değilim çok. Sadece ne kadar yorulduğunu bilip üzülebiliyorum.
Arkadaşlarım arasındaki itibarıma gelince, biyoloji dersinde korunma yöntemleri, üreme sistemi ve çocuğun büyüme evreleri anlatılır. Siz zaten biliyorsunuzdur. O konuların içinde yaşarsınız. Öğretmenden önce söyleyince yandaki arkadaşınız siz dönüp “lan sen nerden biliyorsun bunu?? ” der. Çünkü bildiğiniz şey oviduct, yani yumurtanın rahme ulaşmasını sağlayan tüpün latincesidir. Daha enteresan vakalara da yaşım ilerledikçe karşılaştım. Başını belaya(!) sokan ya da sokacak arkadaşlarım “Duygu bu yeterince iyi mi güvenli mi?” diye sorar. Bende emin olmak için her defasında babamı ararım. Önce ders için arıyordum. Konumuz gerçekten de buydu. Tabi 3 ay boyunca konu değişmeyince şüphelenen babam “kızım başı dertte olan arkadaşın varsa getir yardım edeyim” diyerek olayı noktaladı. Tabi ben bu süre içerisinde öğrenmem gerekenleri öğrendim artık telefonlara gerek kalmıyor. Geçen gün çok ilginç bir olay oldu. Derse girmeden beş dakika kadar önce arkadaşım gelip “senin baban ne iş yapıyor?” diye sordu. “doktor” dedim basitçe. “ Var yaaaa, kesin jinekolog” dedi. Demek ki bir “jinekolog kızı” profili var belirli, benim haberim yok diye geçirdim içimden. Var mı acaba? Birde jinekolog esprileri vardır. Bilenler “senin babanın mesleği benim hayalim” geyikleri çevirirler arada sırada. Ya da daha ilginç olanları “helal annene, iyi dayanıyor ” şeklinde yorum yaparlar; ama değişmeyen tek bir şey vardır: babanızın mesleği sizin hep önünüzdedir.
Babamla aramdaki ikili ilişkiye gelince, doğal olarak diğer bildiğiniz ilişkilere benzemiyor pek. Çok kızıp bir kavga da ağlarsam bana “adetin mi yaklaşıyor” dediği veya “kızım neden böyle olduğunu biliyorsun farkında olursan daha rahat edersin” dediği olmuştur çok . Birde doktor olmasından doğan bir anlayış vardır hep. Konuşurum, anlatmaya çalışırım. Oturur ve ben nelerle uğraşıyorum sen de sorun musun edasıyla dinler. Bir süre sonra anlatmaktan vazgeçerim. O zaten biliyordur……….
Arada sırada bana kardeşimin adıyla seslenseler de, bize hastalarına ve öğrencilerine ayırdıklarında daha az zaman ayırsalar bile emin olduğum bir şey vardır. Bizi her zaman çok severler ve ne yaparsak yapalım arkamızda olurlar. Kendimi güvende hissederim.